Yazan: Rebacca Renner
Çeviri: İclal İlcan
Düzenleyen: Beyza Kılavuz
Rebecca Renner yersizce karalanmış çalışmanın unutulmuş anti-kapitalist mesajından bahsediyor.
Dövüş kulübünün ilk kuralı dövüş kulübünden bahsetmemek, dövüş kulübünün ikinci kuralı dövüş kulübünden bahsetmemek ama kulübün en önemli kuralı; kuralların canı cehenneme!
1997’de sıcak bir yaz akşamında David Fincher; Brad Pitt’i, Pitt’in Manhattan’daki apartmanının altındaki sokakta yakaladı. Pitt, fıstık ezmesi hastası ve ölümün hayat bulmuş halini oynadığı tuhaf bir film olan Meet Joe Black’in uzun bir çekim gününden dönüyordu. Şimdi Fincher’ın Pitt için yeni bir konsepti vardı: kural tanımaz Tyler Durden’ın hayat bulması.
Fincher o gece ona Dövüş Kulübü’nün senaryosunu verdiğinde, senaryoyu okudu ve kaos ya da yıkımla değil, istediğiniz her şeye sahip olup yine de kendinizi boş hissetmenin varoluşsal korkusuyla ilişkilendirdi.
Pitt, daha önce Fincher’ın ölümcül günahlardan esinlenen Seven filminde bir polis de dahil olmak üzere bazı tuhaf rollerde oynamıştı. Ama bu hayranların, onun eşsiz filmlerinin içeriğini farklı yorumlaması gibiydi.
Onun aptal, yere bakan yürek yakan şirin çocuk imajı vardı. Amerikanın iyi kızı Jennifer Anniston ile çıkıyordu ve bütün hayatı bir düzene giriyor gibi gözüküyordu.
1999’da, filmin gösterime girdiği yılda , Rolling Stone ile yaptığı röportajda “her şeyi olan adamım ben” dedi. “Ama size söylüyorum, her şeyi aldığın zaman, kendinle baş başa kalırsın. Önceden de söyledim ve tekrar söylüyorum: bu daha iyi uyumana yardımcı olmuyor ve bunun sayesinde daha iyi de uyanmıyorsun.”
Bu sırada, kitabın -hayranların bazen Jack diye hitap ettiği- isimsiz anlatıcısını oynayacak olan Edward Norton kitabı bir gecede yalayıp yuttu. Pitt’in aksine, Norton hikayenin kara mizahına hiç hakim değildi.
Norton, Brian Raftery’nin kitabını ”Kitap, X ve Y kuşağının dünyanın neye dönüştüğüne ve bizim neyi kabul etmemiz gerektiğine dair gergin bekleyişlerinin değişimlerini gözlemlerken çok alaycı ve komikti.” dedi.
Röportajda , Fincher Norton ile aynı fikirdeydi: Bir hiciv yaptığını söylüyordu. Kimsenin filmden gülerek çıktığını sanmıyorum ama Fincher’ın yaptığı şey, romanın hoşnutsuz X Kuşağı özünü, benim gibi sıkı hayranlarını 20 yıldır büyüleyen simgesel ethos’u yakalamayı başarmak oldu.
Filmde Durden ve anlatıcı iki zıt kişiliktir; anlatıcı sahneleri uykuyu temsil eden, mavi rengiyle çekilen, sıradan takımlar giyen, rutin olarak angarya işlerle uğraşan bir “office drone” iken anlatıcı ne kadar zayıf ve solgunsa Durden bir o kadar bronz, fiyakalı ve kırmızı renk skalasıyla belirgin ve çarpıcı bir karakterdir. İlk defa gece derme çatma bir barda karşılaşırlar. Sonra otoparkta Durden anlatıcıyı uyandıracak olan şu repliği söyler: ”Bana vurabildiğin kadar sert vurmanı istiyorum.” O andan itibaren hayatları bağlanır. Anlatıcı Durden’ın kağıt fabrikasının yakınındaki yıkık dökük evinde uyur ve tuhaf bir şekilde anlatıcının gittiği destek gruplarına benzeyen, tabii daha kan ve ter içeren, çıplak elleriyle dövüşülen yeraltı boks kulübüne yani “dövüş kulübüne” gitmeye başlar.
Resmi olarak dövüş kulübü ile ilgili konuşmamanız gerekir. Ancak çalıntı deri altı yağlardan sabun yapan Durden gibi bir anarşistseniz kurallar tabii ki de çiğnenmek için vardır. Kuralları yıkmadan, Durden’ın mutsuz erkeklerden oluşan kulübü “kaos projesine” yani Durden’ın kıyametine, körü körüne sürüklenen anarşistler topluluğuna yeni üyeler alınamazdı.
Best. Movie. Year. Ever.’a göre çekimler sırasında Fincher, Norton ve Pitt birlikte takılıyor, Mountain Dew içiyor, Nerf basketbolu oynuyor ve filmin sayısız can alıcı noktası üzerine kafa yoruyorlardı: ”erkeklik, tüketimcilik, sinir bozucu büyükleri”. Bu konuşmalar “Bütün bir nesil, reklamlar yüzünden araba ve kıyafet peşinde, nefret ettiğimiz işlerde çalışıp gereksiz şeyler alıyoruz. Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız, televizyonla büyürken milyoner film yıldızı ya da rock yıldızı olacağımıza inandık ama olamayacağız.” gibi filmin bazı ünlü repliklerinin çıkmasına ilham olmuştur.
“Proje Kaos” yıkıma gözlerini diker. Başta bir süre tam anlamıyla bir baş kaldırmadır. Ama sonra bir amacı olduğu ortaya çıkar: Durden kredi kartı şirketlerini patlatmak, “Amerikan Rüyasını” mahvetmek ve herkesin borçlarını silmek istemektedir.
Fincher’ın bakış açısına göre de şeytan gerçekten detaylardadır. Film sigaranın yanmasıyla hızlıca ekranda belirip kaybolan fallik resimleri de dahil olmak üzere gizli mesajlarla doludur.
Fincher kan ve kırık bedenlerin hareketlerine çalışmak için UFC izledi. Norton ve Pitt taekwondo dersleri aldı ve sabun yapmayı öğrendi. Görüntü yönetmenleri ucuz ışıkla ortamın sertliğini belirginleştirdiler. Tasarımcılar setleri, ekranlarda bilinçaltımıza işlenmiş iğrenç yerler olarak düşünebileceğimiz aşınmış rutubetli tiksinç yerler yapan delikler dumanlar sızıntılarla oluşturmuşlardı. Kırık sinematik tekniklerle, parça parça birleştirilmiş eski ve hayali sahnelerle beraber film, Durden ile hararetli bir rüyada yuvarlanırcasına deliliğe doğru düşmek gibi hissettiriyor.
Kapitalizme karşı bir toplanma çağrısı olmasına karşın Fight Club, yerinde ve mütevazı başlangıçlara sahip. Chuck Palahruik, romanı kamyon fabrikasında çalışırken parça parça yazmış. İlk baskı sadece 5000 kopyadan az sattı. Filmin haklarını opsiyonlamak bile yaklaşık 10.000 dolara bedeldi.
Film piyasaya çıktığında çok da iyi sonuç alamadı. Fight Club gişede fiyaskoydu. İnsanlar izlemek istemedi ve eleştirmenler tarafından sertçe yorumlandı.
Ama diğer insanlar sevdi. Milyarlarca diğer insan. Sadece biraz zaman aldı.
Fight Club DVD’lere 2000’de geldi ve bundan sonraki on yılda altı milyondan fazla kopya sattı. Ben birini aldım. İzledim ve tekrar izledim.
2007’de, resesyonun ortasındaki o yılda, lise son sınıftım. Babam kitap almaya teşvik etmek için, bu kitap dahil, kablolarımızı kaldırmıştı. Kitabı, üçü haciz gelen komşularımızın evleri olmak üzere sekizden fazla satılık tabelasına sahip manzarayla çimlerimizin üstünde okudum.
Okulda okuduğumuz kitaplar –The Great Gatsby, Death of A Salesman- ”Amerikan Rüyası”nın hatalı olduğunu gösterdi. Ama bu rüyanın en başta bir yalan olduğunu gösteren kitap Fight Club’tı.
Amerikan Rüyasının olması gereken ve olan halinin arasında büyük bir açık vardı. Babamla neredeyse hiç mobilyası olmayan evde bir dolarlık makarna yerken, okulda Amerikan kültürü çalışıyordum. Okuduğumuz kitaplar – The Great Gatsby, Death of a Slesman – rüyanın hatalı olduğunu gösterdi. Ama bu rüyanın en başta bir yalan olduğunu ve bunu tanıtan kişilerin aslında bir şeyler pazarlamaya çalıştıklarını gösteren kitap Fight Club’tı.
Yani neden bütün arkadaşlarımın arasında bir tek benim sevdiğimi anlamıyordum. Sadece bu da değil; Fight Club’ı sevmek beni “garip” yapıyordu. Bunu seven diğer kişiler de sadece erkeklerdi ama onlarla film hakkında konuştukça iki farklı film izlemişiz gözükmeye başlamıştı. Çoğusu şiddet, korkunç motifler ya da Brad Pitt’in düşük yağ oranından etkilenmişti. Hikayenin erkeklerin istedikleri zaman istedikleri şekilde sinirlerini çıkarmaları gerektiği hakkında olduğunu düşündüler. Onlar için Fight Club antikapitalist değil, onların sandıklarının birleşimiydi.
Yayınlanmasının üzerinden on beş yıl geçmişti ve kült klasik olarak kabul edildi. Fight Club, “Manosphere” olarak da bilinen dağınık online erkek toplulukları tarafından kutsal bir yazı gibi benimsendi. “Paulie Doyle, Vice için yazdı.” Manosferlerin Fight Club’a ilgisi yaygın, biyolojik, deterministik iddialardan kaynaklanıyor: Erkekler doğaları gereği şiddete meyilli olan avcı toplayıcılardır, kendilerini modern toplum tarafından evcilleştirilmiş olarak buldukları için şimdi kriz durumundadırlar.
Manosfer, Fight Club’ın kendimizi yeniden programlamamızın gerekliliğini anlattığını düşünür. Garip olan da kısmen haklı olmalarıdır – tabii eğer filmin tamamını sessize alıp izledilerse.
Onların mantığında problem, Fight Club’ın tamamen karşı olduğu tüketicilik odaklı programlamasını atıp eski kafalı cinsiyet rolleri, yıkıcı karikatürize edilmiş maskülenite ve patriarkal ayrıcalık formunda daha çok programlanmış halinin yerine geçmesini istemeleriydi.
Doyle yazar ki; “Hem manosfer hem Fight Club, toplumdaki erkekler için olan ‘kahraman’ rolünün eksiklği, erkeklerin genelleşmiş bir keyifsizliğe sahip olmasının sebebi olduğuna inanır.”
“Bu online topluluklar bir önemli, misoginist ikaz verir: Suçlanacak olan kişiler kadınlar ve problemi çözmek için onların hizaya getirilmesi gerek.”
Tüketici kültürü yerine, MRA (Men’s Rights Activist) Fight Club hayranları güç, sessiz kadınlar ve -hazır olun- Amerikan Rüyası (sadece başka bir isimle) istiyorlar. Başka bir deyişle onlar dünyayı, hayatları boyunca nasıl olması gerektiği söylenen bir şekilde yeniden tasarlamaya çalışan bir sürü koyundur.
Bu ahlak yapısı Fight Club’ın değinmek istediği şeyin tamamen zıttıdır ki filmde patriarkanın biçimle beraber erkeklere de zarar verdiği kabul edilmektedir. Bütün ülkemizi kaplayan patriarkal kuruluşlar Amerikan Rüyasını da oluşturmuştur; onlar ne istememiz gerektiğini söyler ve buna ulaşmamız için kurallar koyar (genelde düzmecedir). Bu insanların filmde ve kitapta benimsediği şeydir: Baskı ve buna karşılık ortaya çıkan hipermaskülen tepkidir.
Fight Club’ın genel felsefesi: Kuralların canı cehenneme. Bu rüya çabamıza, özgürlüğümüze, ruhumuza ya da bu dünyadaki zamanımıza değmez. Kimseniz o olun, geleneksel maskülenite gibi gözükse de gözükmese de. Filmdeki en önemli karakterlerden birinin göğsü olduğunu unutmayın. “Onun adı Robert Paulson’dı.”
Bu hikaye günümüzde olsaydı, Proje Kaos “incel”lerden oluşur ve onları amacına boyun eğmek ve kendi çıkarlarını düşünmek yerine patriarkayı devirmeye çalışan, antikapitalist özgürlük savaşçılarına dönüştürürdü.
Filme kitapta olmayan bir sürü detay eklenmiştir. Ama kitapta, filmde olmayan bir şey var ve sona biraz netlik kazandırır: En sonunda anlatıcı, Tanrı’yla tanışır.
Arkasındaki duvarda asılı duran diplomalarıyla ceviz ağacından yapılmış masanın karşısında Tanrı’yla tanıştım ve Tanrı bana “Neden?” diye sordu.
Neden bu kadar acıya sebep oldum?
Hepimizin kutsal, kıymetli benzersiz bir özelliğinin eşsiz kar taneleri olduğunu fark etmemiş miydim?
Hepimizin aşkın nasıl bir tezahürü olduğunu göremiyor muyum?
Masasını arkasından Tanrı’ya baktım, notlar alıyordu ama Tanrı hepsini yanlış anlamıştı.
Biz özel değiliz;
Bir saçmalık ya da çöp de değiliz;
Biz sadece biziz ve ne olursa sadece o olur.
Ve Tanrı dedi ki “Hayır, bu doğru değil.”
Aynen, iyi, neyse. Tanrı’ya hiçbir şey öğretmezsiniz.
Belki bu Tanrı değildir. Belki anlatıcı akıl hastanesindedir. Sonuçta bu Fight Club. Neden ikisi de olmasın ki?
Ne olursa olsun, gerçek ders nasıl “hipermaskülen kanka”, “Übermensch” ya da “kahraman” olunurla alakalı değil. Dünyanın size hiçbir şey borçlu olmamasıdır. Yani tanrıları, babaları, reklam ajanslarını dinlemeyi kesin; kendiniz olun. Böylece özgür olursunuz. Kuralların canı cehenneme
Bu Makale 11 Kasım 2024 tarihinde Çeviri Gazetesi tarafından: ”https://lithub.com/everyone-misunderstands-the-point-of-fight-club/” linkli web sitesinden alınarak çevirilmiştir.