Yazan: Andrea Mazzarino
Çeviren: Ilgın Baran Öcal
Düzenleyen: Onur Aybar
Birçok savaş öyküsü, açlığın halkın çoğunu tarumar edişiyle son bulur. Hristiyan teolojisinde, modern Avrupa’nın ilk dönemlerinde çoğu kişi tarafından kıyamet alameti olduğuna inanılan, İncil’deki “mahşerin dört atlısı” işgali, silahlı çatışmayı ve kıtlığı takiben ölümü simgeler. Bu simge, insanların şiddetin açlığa nasıl yol açtığını uzun süredir gayet de iyi anladıklarını ortaya koymaktadır. Savaşan taraflar kaynaklarını silah üretimine ve ordularına yönlendirip toplumların kendilerini besleyebilmelerini sağlayan alt yapı unsurlarını yok ederek silahlı çatışma, gıda kaynaklarını alt üst eder. Üstelik hükûmetler de zaman zaman açlığı bir savaş silahı olarak kullanır. (Tanıdık geldi mi? Burada herhangi bir taraf göstermeyeceğim, çünkü hiç şüphe yok ki çoğumuz yakın zamanlardaki örnekleri hatırlıyoruz.)
On yıllardır Rus kültürü ve tarihi çalışmış biri olarak, aklıma hemen Almanların tahmini 630.000 insanı açlık ve ilişkin sebeplerden kasten ve yavaş yavaş öldürmesiyle bilinen, Nazi Almanyası’nın neredeyse üç yıl süren Leningrad kuşatması geliyor. O savaştan küçük birer çocuk olarak sağ çıktığını bildiğim birkaç Rus, hâlâ psikolojik travma, büyüme geriliği ve sindirim bozukluklarıyla mücadele ediyor. Onların mücadeleleri, ilerlemiş yaşlarında bile, bana daimî savaşın artçı etkilerini sürekli olarak hatırlatıyor. Asya’daki milyonlar dahil olmak üzere, 20-25 milyon civarı insan İkinci Dünya Savaşında açlıktan öldü. Hatta bazı bilim insanları, o savaşta açlığın birincil ölüm sebebi olduğunu düşünüyor.
Askeri bütçelerin halkla neredeyse hiçbir ilgisinin olmadığı bir dünyada yaşamamıza rağmen, bize çocukluğumuzdan beri savaşların aslında birliklerin birbirleriyle çarpışmasından ibaret olduğu öğretildi. Aksine, savaş ganimetleri birliklere veya (daha önemlisi) ülkelerindeki daha geniş topluluklara değil, orantısız olarak silah üretimine akar. Tüm bunlar olurken yapay zekâ ve insansız silahlar, çok az veya sıfır etik gözetimi ve düzenlemeyle geliştiriliyor ki bu da birçok askeri, savaşın açtığı korkunç ruhsal yaralardan değil, gelecekteki savaş meydanlarından uzak tutuyor. Ayrıca doğrudan savaş alanlarında silahlı çatışmanın uzun vadeli etkileri, sivillerin arasında en başta savaşa girilmesinde en az söz hakkına sahip olanların bedenleri üzerinde (örneğin şu an Gazze’de başını alıp giden uzun vadeli açlık ihtimali de dahil olmak üzere) dolaylı zararlarıyla kendini gösteriyor.
Günümüzde açlığın en önemli nedeni silahlı çatışmalardır. Birleşmiş Milletler’in Dünya Gıda Programı’na göre; her ne kadar küresel ölçekte birbirimize bağlılığımız, hiçbirimizin yüksek gıda, yakıt ve gübre fiyatlarından ve savaştan kaynaklı tedarik zinciri kesintilerinden muaf olmadığı anlamına gelse de savaştan veya cebirden etkilenmiş bölgelerde yaşayanların %70’i yeterince beslenemiyor. Amerikalılar, Ukrayna savaşının etkisini yakıt ve tahıl fiyatları nasibini aldığında deneyimledi ancak Doğu Avrupa’nın gıda maddelerine ve yakıta önemli ölçüde bağımlı olan Sahraaltı Afrika gibi bölgelerde çatışma, geniş çaplı açlığa sebep oldu. Bunu, dünyanın başka bir yerinde verilen savaşlardan haberi bile olmayan insanların, nihayetinde o yaraları kendi üzerlerinde taşırken bulduğu, modern savaşın bilhassa acımasız bir yönü olarak düşünebilirsiniz.
9 Eylül Saldırısı Sonrası Amerika’nın Ebedi Savaşları
Brown Üniversitesinde “Savaşın Maliyetleri” projesinin kurucu ortaklarından biri olarak, büyük ölçüde fark edilmeyen ama hayli geniş çaplı olan, (dünyanın birçok ülkesinde hâlâ süren) Amerika’nın 9 Eylül sonrası terörle mücadelesi üzerine sıkça düşünüyorum. İsrail’in Gazze’deki savaşına ABD’nin desteğini protesto ederek geçtiğimiz sonbaharın gündemi olan birçok üniversite öğrencisi, bu ülkenin 9 Eylül saldırılarının ardından Afganistan, Irak, Pakistan ve diğer pek çok yerde on yıllar süren “ebedi savaşlara” ilk girdiğinde henüz doğmamıştı bile.
Savaşın Maliyetleri Projesindeki hesaplamalarımıza göre bu savaşlarda 432.000 civarı (sayı günbegün artmakta olup) sivil dahil olmak üzere neredeyse bir milyon insan doğrudan, diğer milyonlar da dolaylı olarak katledilmiştir.
Ebedi savaşlarımız, savaş bölgesindeki yerel gazeteciler bombardımanları ve savaşın maliyetlerine dair açlık dahil olmak üzere diğer birçok ürkütücü görüntüyü Instagram, TikTok, Facebook ve diğer sosyal medya sitelerinde yayınlamaya ilk kez girişmeden çok daha önce başlamıştı ki; bu gazeteciler Rusya’nın Kiev’i bombalamasının ilk günlerinde ve yazdığım üzere, İsrail’in Gazze’ye hiç bitmeyecekmiş gibi görünmeyen saldırısında da aynen bunu yapmıştı. Bu gazeteciler, ABD ordusunun terörle mücadelenin makul hali dışında her şeyi sunmaya çalışan savaş muhabirlerinin elini kolunu baştan bağlayacak iliştirme programları tarafından engellenmediler. Diğer bir ifadeyle Amerikalılar, son zamanlarda da olsa (sadece kendilerinde değil) diğer orduların savaş bölgelerinde de işlediği suçlara ve vahşetlere tanıklık edebildi.
Ayrıca Amerikan terörle mücadelesindeki insan hakları ihlalleri ve altyapı tesislerinin yıkımı, en az şu an gözümüzün önünde olup bitenler kadar etkiliydi. Bizim göremediklerimiz ise üzerinden gıda dağıtılan yolların ve köprülerin yıkılması veya yavaş yavaş bozulması; Afgan çiftçileri öldüren dron saldırıları; Amerikan füzeleri ve roketleri yüzünden savaş bölgelerinde tarımın yavaş yavaş kirlenişi; ABD üslerinden kirli su akışı; market alışverişini ölümcül bir mesele haline getiren, Irak’taki kalabalık pazar alanları gibi gündelik yaşama dair bölgelerin bombalanması ve yüz binlerce Pakistanlının ABD tarafından düzenlenen dron saldırılarıyla yerinden edilip yoksullaşmasıydı. Hem de bunlar örneklerden yalnızca birkaçı. Elbette bu örnekler açlıktan ölmek üzere olan çocuklarla dolu hastaneler veya Gazze Şeridinin yerle bir olmuş şehirleri kadar tek bir fotoğrafla, hatta videoyla yakalanabilecek kadar basit meseleler değil.
Amerika’nın en uzun savaşı olan Afganistan Savaşı, Afganistan’ın yoksulluğunu derinleştirdi ve milyonları yerinden ederken gıda dağıtımı ve tarım sistemlerini kırıp geçti. Etkileri de hala devam ediyor: Afganların %92’si hâlâ açlık tehdidi altında ve bu yıl 10 Afgan çocuğundan yaklaşık 3’ü aşırı yetersiz beslenmeyle karşı karşıya kalacak.
2003’te ABD’nin Irak’ı işgaline karşı düzenlenen, takip eden yıllarda yüz binlerce barışçıl eylemcinin giderek tükendiği büyük protestolardan beri ABD’de en son Gazze meselesiyle ilgili kampüs eylemlerinin boyutuna erişebilen herhangi bir savaş karşıtı protesto görmemiştik. Bunun sebebi ister kısa dikkat süreleri, ister tembellikleri isterse de kendi ellerimizdeki kanı hissedememek olsun; ne yazık ki Amerikalılar, çelişkilerle hesaplaşma konusunda seçici olduklarını gösterdi.
İnsani Yardımın Kısıtlanması
Dolayısıyla, en çok ihtiyacı olan insanlara yardım sevkiyatlarının kısıtlanmasında ABD de suç ortağı olmuştur; ki bu da yalnızca bugün Gazze’de olanlar için geçerli değildir. Evet, Birleşmiş Milletler Yakın Doğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı (UNRWA) Gazze’deki personellerinden bir kısmının Hamas’ın 7 Ekim’de İsrail’e düzenlediği saldırıya katılması iddiası üzerine Meclis ve Biden yönetimi, sağlanan ödeneğin kesilmesine karar vermişti. Ancak bunun istisnai bir durum olduğunu düşünmeyin. Örneğin, her ne kadar yardım toplulukları ülkenin kitlesel açlığın eşiğinde olduğuna dair uyarıda bulunmuş olsa da hükümetimiz, 2009’da Dünya Gıda Programından gelen yardımın dahil olduğu 50 milyon dolardan fazla insanı yardımın Somali’ye gitmesine engel olmuştu ve Birleşmiş Milletler, 2011’de oradaki kıtlığın varlığını ilan etmişti. O günden bugüne Somali’nin açlık krizi, iklim değişikliği ve daha geniş bölgesel karışıklıkların da şiddetlendirdiği haliyle devam ediyor.
Ayrıyeten bu, söz konusu ülkenin bu tür krizlere girmesinin tek sebebi de değil. Nihayetinde, Amerika’nın ebedi savaşları yüzünden 3,6 ila 3,8 milyon insanın mermiler veya bombalardan dolayı değil, bu savaşlar esnasındaki ve sonrasındaki yetersiz beslenme, hastalık, intihar ve diğer dolaylı (fakat aynı düzeyde gerçek) nedenlerden öldüğü hesap ediliyor. Bu gibi durumlarda açlık, vücudu güçten düşürmesiyle diğer ölüm nedenlerinin de katsayısı olarak göz önünde bulundurulmalı.
Şimdi Gazze’de olan ise, ABD’nin suç ortağı olduğu bir insanlık felaketidir. İsrailli silahlı aşırı sağcı gruplar, defalarca yardımların bölgeye ulaşmasını engelledi veya yardımlar için feryat eden Gazzelileri hedef aldı, İsrail güçleri ise sivillerin ve yiyecek dağıtmaya çalışan yardım görevlilerinin üzerine ateş açtı. Çarpıcı bir biçimde ironiktir ki, Filistinliler de gıda yardımı yüzünden öldü; zira insanlar ABD ve Ürdün’ün paraşütle bıraktığı yardımları denizden toplamaya çalışırken boğuluyor veya paraşütler açılmadığında yardım konteynırları altında eziliyordu.
Bu ülkenin İsrail’in Gazze’yi kuşatmasına ve bombardımanına iştirakı dehşet verici olmuştur: En çok etkilenen gruplar çok gençler, çok yaşlılar ve engelliler olmak üzere, her geçen gün tahminen 10.000 kişiden ikisi ölmektedir. Gazzeliler, toplanan hayvan yemlerinden un elde etmeye çalışıyor, yenebilir bitkiler bulmak için enkazları didik didik ediyor ve ılık, çoğu zaman kirli su içmeleri, hastalıkların hızla yayılması da dahil trajik sonuçlara yol açıyor. Yeteri kadar beslenemediği için ölen bebekler ve çocukların, onuru ellerinden alınmış, evlatları uğruna hiçbir şey yapamadıklarından perişan haldeki ebeveynlerin hikayeleri ise burada detaylandırılamayacak kadar fazla ve dehşet verici. Ancak siz yine de bir an bunların sevdiklerinizin başına geldiğini bir düşünün.
En temel beslenme ihtiyaçlarının karşılanamadığı koşullarda yaşayan artan sayıda Gazzeli, kalıcı büyüme geriliği veya ölümün eşiğine geliyor. Çatışmaların arasında Gazze’nin hızla kıtlığa sürüklenişi ise gözlerden kaçmıyor. UNICEF, Dünya Sağlık Örgütü ve Dünya Gıda Programına göre, savaşın yalnızca ilk üç ayında Gazzelilerin beslenme durumundaki gerileme görülmemiş düzeydeydi. İsrail’in 25 mil uzunluğundaki bu kara şeridine yönelik saldırısından sekizinci ayında, Refah’taki en son saldırı sebebiyle yardım sevkiyatı için önemli bir geçit yine kapatıldı ve yarım milyon Gazzeli “felaket düzeylerinde açlıkla” karşı karşıya kaldı. Başka bir deyişle, dördüncü atlı kapıya dayandı.
Bir Savaş Sebebi Olarak Açlık
Kıtlık, sürekli hasat veren bir tarlanın tam tersi olan kâbus gibi bir versiyonudur. Aç insanların sorunlarını çözmek için şiddete başvurma olasılıkları nispeten yüksektir. Savaşın etkilediği Yemen buna örnektir. ABD, burada 2015’te başlayan ve yıllarca süren Husi liderliğindeki isyanlara karşı Suud ordusunun hava saldırılarını finanse etti ve silahlandırdı (şimdi bu rolü benim ülkem üstleniyor). Burada en çok da savaşın ülkenin gıda üretimi ve dağıtım altyapısını yok etmesi nedeniyle her 10 dakikada bir beş yaş altı bir çocuğun yetersiz beslenme ve ilgili nedenlerden öldüğü tahmin ediliyor. Savaş Yemen’i ilk vurduğundan beri, ülke ekonomisinin yarısı yok oldu ve şimdi nüfusun neredeyse %80’i insani yardıma bağımlı halde. Çalkantının doğrudan bir sonucu da Husiler gibi radikal İslamcı grupların palazlanması oldu. Esasında, açlık ve gıda güvencesizliği yaşayan ülkelerin siyasi açıdan istikrarsız hale gelme ve bir kısmı saldırgan olmak üzere daha fazla protesto görme olasılığı nispeten yüksektir.
Bu aralar, son zamanlarda Ukrayna’ya dair endişe verici şekilde gündeme gelen nükleer savaş riski gibi felaket senaryolarını düşünmekten kendimi alamadığımı fark ediyorum. En küçük nükleer yangınların dahi yaratacağı açlık düzeyini, bugünün katı standartlarıyla bile hayal etmek zor. Örneğin, Hindistan ve Pakistan arasında bir nükleer çatışma, atmosfere kurum yayarak küresel ölçekte iklimi bozacak, bu da ve hayvancılığı etkileyecek ve muhtemelen üç milyar insanın açlıktan ölmesine neden olacak bir “nükleer kış” ortaya çıkaracaktır. Amerika Birleşik Devletleri ve Rusya arasında bir nükleer savaş çıksa, sadece ardından gelen kıtlıktan beş milyar insanın ölebileceği tahmin ediliyor. Bu, hayal bile etmek istemediğim bir sonuç (gerçi muhtemelen hepimiz bunu çok daha fazla düşünmeliyiz).
İmparatorluğun Kalbindeki Açlık
Ülkeleri (henüz) bir savaş bölgesi olmamasına rağmen, Amerikalıların yüksek gıda fiyatları ve rekor seviyelerde açlıkla karşı karşıya olması bir tesadüf değil. Sadece geçtiğimiz yirmi yılda hükumetimizin sınır ötesi savaşlara harcadığı 8 trilyon dolardan fazlası, burada ulaşım ve daha iyi sulama sistemleri gibi hizmetlere yatırılabilecek kaynakları tüketmiş ve 1,4 milyondan fazla iş imkanının Amerikanlar için yok olmasına sebep olmuştur. Bu arada asker aileleri, genel nüfusa göre çok daha yüksek oranlarda gıda güvencesizliği ile boğuşuyor. İlericiler ve bu ülkenin zarar görmeye açık demokrasisini koruma derdinde olan hiç kimse; aramızda daha aç olanların, günlük masrafları karşılamakta daha çok zorlananların ve savaş bölgesindeki sivillerle tahmin ettiğimizden daha fazla ortak noktası bulunanların hayatının heba oluşunu görmezden gelmemeli.
Tüm bunların ışığında, genç Amerikalıların Gazze savaşına olan yoğun ilgisi ve üçüncü bir partinin adayına oy vererek (ya da sandığa gitmemeyi) düşünerek demokrasiyi koruma konusundaki isteksizlikleri, böylece başkanlığı Donald Trump’a teslim etmeleri benim için daha anlaşılır hale geliyor. Sürekli sınır ötesi savaşlara kaynak akıtan bir demokrasinin kime ne yararı var? Elbette mevcut yönetim, sonu gelmeyen dış çatışmalara dahil oluşumuza henüz makul bir alternatif sunmadı veya beslenme ve barınma gibi temel ihtiyaçların enflasyonunu kayda değer düzeyde düşürmedi. Başkan (ve aday) Biden, Amerika’da demokrasiyi korumak için, market alışverişlerinin nasıl karşılanacağı gibi gündelik yaşama dair sorunları çözme yollarının da içinde bulunduğu daha sağlam bir vizyondan söz etmelidir.
Yine de en yeni nesil savaş karşıtı ilericilerimizi, seçilmiş yetkilileri özellikle Gazze konusundaki basiretsiz önceliklerinden dolayı sorumlu tuttukları için kutlayacak olsam da gerçekçi olup hızla yaklaşan alternatife bir bakalım: Trump’ın yeniden başkanlığı. Böylesi bir senaryoda Gazze’nin daha iyi durumda olacağını gerçekten düşünen var mı?
Gazze’deki veya başka bir coğrafyadaki savaşları protesto eden birinin başına neler gelirdi? Barışçıl bir seçimin sonuçlarını lağvetmek adına şiddeti savunmuş bir başkana nasıl basınç uygulayabiliriz?
Sınır ötesi savaşlara dair endişeler 5 Kasım’da evde oturarak, üçüncü bir partinin adayına ya da Donald Trump’a oy vererek giderilemez. 2024 seçimi, burada, içerde sonsuza dek sürmesi muhtemel bir Trump cehennemi yaratmanın karşısında tam anlamıyla Amerika’nın savaşlarını (veya dışarda desteklediklerini) protesto etme yetimizi korumakla ilgilidir.
Hatta ve hatta Donald Trump’ı, doludizgin bize doğru koşan, mahşerin müstakbel beşinci atlısı olarak düşünebilirsiniz.
Bu Makale 29 Eylül 2024 tarihinde Çeviri Gazetesi tarafından: “https://www.counterpunch.org/2024/07/08/war-and-famine/” linkli web sitesinden alınarak, çevrilmiştir.