Yazan: Alexandra Kollontai
Çeviren: Sude Serra Özmen
Düzenleyen: Ulaş Selvi
Cinsel sorunlar, çağdaş insanın dikkat etmesi ve değerlendirmesi gereken birçok sorundan biridir ve şüphesiz en önemliler arasında yer alır. Efsanelerdeki “adalar” dışında, cinsel ilişkiler sorununun ivedi ve çözümü elzem olan bir mesele haline gelmediği bir ülke veya ulus yoktur. Günümüzde insanlık uzun ve uzadığı için çok daha sağlıksız ve zararlı bir hale gelmiş akut bir cinsel kriz yaşıyor. Muhtemelen, insanlık tarihinin uzun yolculuğu boyunca, cinsel sorunların toplum hayatında bu denli merkezi bir yer işgal ettiği, cinsiyetler arasındaki ilişki sorunsalının adeta bir sihirbaz gibi milyonlarca tasalı insanın dikkatini çektiği ve cinsel dramaların her türlü sanat için bitmek bilmeyen bir ilham kaynağı olma işlevini gördüğü başka bir zaman bulamazsınız.
Kriz ciddileşerek devam ettikçe, insanlar kendilerini giderek daha da umutsuz bir duruma sokuyor ve “çözümsüz sorunu” çözüme kavuşturmak için her türlü yolu deniyorlar; ancak bu sorunu çözmeyi amaçlayan her girişimde kişisel ilişkilerin halihazırda karmaşık olan düğümü daha da karmaşıklaşıyor. Sanki bu inatçı düğümü kontrol altına almak hususunda bizi başarıya ulaştırabilecek tek ve biricik ipliği göremiyormuşuz gibi. Cinsel sorun meselesi bir kısır döngü gibidir ve insanlar ne kadar korkmuş ve bir o yola bir bu yola başvurmuş olsalar da bu düğümden kurtulamıyor.
İnsanlığın muhafazakâr eğilimli kesimi, geçmişteki mutlu günlere dönmemiz, ailenin eski temellerini yeniden kurmamız ve cinsel ahlakın denenmiş ve onaylanmış normlarını güçlendirmemiz gerektiğini savunuyor. Burjuva bireyciliğinin şövalyeleri, cinsel davranışın köhne kodunun tüm ikiyüzlü kısıtlamalarını ortadan kaldırmamız gerektiğini söylüyor. Bu gereksiz ve baskıcı “paçavralar” arşivlere kaldırılmalı, zira yalnızca kişinin bireysel vicdanı, bireysel iradesi bu tür mahrem sorulara karar verebilir. Öte yandan sosyalistler, cinsel sorunların yalnızca toplumun sosyal ve ekonomik yapısının temelinin yeniden düzenlenmesi ele alındığı vakit çözüleceğini temin ediyorlar. Bu “sorunu yarına ertelemek” durumu, hala o tek ve biricik “sihirli ipliği” bulamadığımızı göstermiyor mu? Bu karmaşık meseleyi çözmeyi vaat eden bu “sihirli ipliği” bulmamalı veya en azından yerini belirlememeli miyiz? Onu şimdi, tam da bu anda bulmamız gerekmez mi?
İnsan toplumunun tarihi, yani karşıt amaç ve çıkarlara sahip çeşitli toplumsal gruplar ve sınıflar arasındaki mütemadi savaşın tarihi, bize bu “ipliği” bulmanın ipucunu verir. İnsanlığın cinsel bir kriz sürecinden geçişi ilk kez yaşanmıyor. Yeni değerlerin ve ideallerin yarattığı dalganın oluşturduğu baskının toplumsal ilişkiler hakkındaki ahlaki emirlerin açık ve kesin anlamını bulanıklaştırması ilk kez yaşanmıyor. “Cinsel kriz” özellikle Rönesans ve Reform döneminde büyük bir toplumsal ilerlemenin, mutlak komutaya alışmış gururlu ve ataerkil feodal soyluları arka plana ittiği ve yeni bir toplumsal gücün (burjuvazinin) gelişmesi ve kurulması için önayak olduğu dönemde keskin bir rol oynadı. Feodal dünyanın cinsel ahlakı, “kabile yaşam biçiminin”, yani kolektif ekonomi ve üye olarak bireyin ve onun bireysel iradesini bastıran otoriter kabile liderliği pratiğinin uygulandığı derinliklerden gelişmişti. Bu, yükselen burjuvazinin yeni ve tuhaf ahlaki koduyla çatışıyordu. Burjuvazinin cinsel ahlakı, feodalizmin temel ahlak anlayışıyla keskin bir şekilde çelişen ilkelere dayanır. Katı bireycilik ve “çekirdek aile”nin münhasırlığı ve izolasyonu, hem yerel hem de bölgesel patrimonyal yaşamın ekonomik yapısının karakteristik özelliği olan “kolektif çalışma” vurgusunun yerini aldı. Bireyciliğin ve özel mülkiyetin muzaffer ilkeleri, kapitalizm ve rekabet etiği boyunduruğu altında büyüdü ve bir dereceye kadar her türden kabile yaşamında yaygın olan topluluk fikrinden geriye kalan her şeyi yok etti. Yaşamın karmaşık laboratuvarı, eski normları yeni bir formüle dönüştürüp bunların ahlaki fikirlerin görünürdeki haliyle uyumunu sağlarken, erkekler bir yüz yıl boyunca iki bambaşka cinsel kod arasında şaşkın bir şekilde dolandı ve her ikisine de uyum sağlamaya çalıştı.
Fakat o ışıl ışıl ve renkli değişim günlerinde, cinsel kriz, derin olmasına rağmen zamanımızda kazandığı tehdit edici karaktere bürünmemişti. Bunun başlıca nedeni, Rönesans’ın “en iyi günlerinde” yeni bir manevi kültürün, parlak ışığıyla ölmekte olan dünyayı berrak renkleriyle doldurduğu, Orta Çağ’ın çıplak monoton hayatını alaşağı ettiği “yeni çağda”, cinsel krizin nüfusun yalnızca nispeten küçük bir bölümünü etkilemesidir. Nüfusun açık ara en büyük kesimi olan köylüler, bu durumdan yüzyıllara yayılacak yavaşlıkta ve yalnızca en dolaylı yoldan, kırsalın ekonomik temeli ve ekonomik ilişkilerinde bir değişiklik meydana geldikçe etkilendi.
Sosyal merdivenin en tepesinde, iki karşıt sosyal dünya arasında acımasız bir savaş verilmiştir. Bu savaş aynı zamanda farklı idealleri, değerleri ve şeylere bakış biçimleri arasındaki bir mücadeleyi de içermektedir. Gelişen cinsel krizi deneyimleyen ve bu yüzden tehdit altında kalanlar bu insanlardı. Köylüler çeşitli yeni şeylere karşı temkinli davranarak, atalarından kalma denenmiş ve onaylanmış kabile geleneğine sıkı sıkıya bağlı kalmaya devam ettiler ve yalnızca aşırı zorunluluk baskısı altında bu geleneği kendi ekonomik çevrelerinin değişen koşullarına göre tadil ettiler ve uyarladılar. Burjuvazi ile feodal dünya arasındaki mücadelenin zirvesinde bile cinsel kriz “vergi ödeyenler sınıfını” es geçti. Toplumun üst tabakaları eski yöntemleri parçalamaya giriştikçe, köylüler geleneklerine sıkı sıkıya bağlı kalmaya daha da istekli görünüyorlardı. Tepelerine çökmüş bir tehdit oluşturan ve ayaklarının altındaki toprağı bile sarsan aralıksız kasırgalara rağmen köylüler, özellikle de Rus köylülerimiz, cinsel kodlarının temelini yüzyıllar boyunca dokunulmamış ve sarsılmamış bir şekilde korumayı başardılar.
Hikâyenin bugün geldiği nokta ise çok farklı. “Cinsel kriz” köylüleri bile es geçmiyor. Bulaşıcı bir hastalık gibi “ne rütbe ne de statü tanıyor.” Saraylardan ve konaklardan işçi sınıfının kalabalık mahallelerine yayılıyor, küçük burjuvazinin huzurlu meskenlerini kısaca ziyaret ediyor ve kırsalın kalbine doğru yol alıyor. Avrupa burjuvazisinin villalarında, işçi ailesinin köhne bodrumunda ve köylünün dumanı tüten kulübesinde kurbanlar talep ediyor. Cinsel çatışmaya karşı ne savunma yapmanın ne de kaçmanın bir yolu var. Sadece toplumun zengin kesimlerinin bu sorunlarla boğuştuğunu ve acı çektiğini düşünmek hatalı bir yanılsamaya düşmek anlamına gelir. Cinsel krizin dalgaları işçi evlerinin eşiğini aşıyor ve “rafine burjuva dünyasının” psikolojik acıları kadar keskin ve içten çatışma durumları yaratıyor. Cinsel kriz artık sadece “mülk sahiplerini” ilgilendirmiyor. Cinsiyet sorunları toplumun en geniş kesimini yani işçi sınıfını ilgilendiriyor; sınıf, bu sorunları gündelik hayatını etkileyecek şekilde yaşıyor. Bu nedenle bu hayati ve ivedi konunun neden bu kadar kayıtsızca ele alındığını anlamak zor. Bu kayıtsızlık affedilemez. İşçi sınıfının “geleceğin kuşatılmış kalesine” saldırısında karşı karşıya olduğu görevlerden biri de şüphesiz cinsiyetler arasında daha sağlıklı ve daha kıvançlı ilişkiler kurma görevidir.
Peki işçi sınıfının temel görevlerinden birine karşı takınılan bu affedilemez kayıtsızlığın kökleri nelerdir? “Cinsel sorunların” kolektifin çabasına ve dikkatine değmeyecek “özel meseleler” alanına nasıl da ikiyüzlü bir şekilde havale edildiğini kendimize nasıl açıklayabiliriz? Tarih boyunca toplumsal mücadelenin daimî özelliklerinden birinin cinsiyetler arasındaki ilişkileri ve bu ilişkileri belirleyen ahlaki kodları değiştirme girişimi olduğu ve belirli bir toplumsal grupta kişisel ilişkilerin örgütlenme biçiminin düşman toplumsal sınıflar arasındaki mücadelenin sonucu üzerinde hayati bir etkiye sahip olduğu gerçeği neden göz ardı edildi?
Toplumumuzun trajedisi, yalnızca alışılmış davranış biçimlerinin ve bu davranışları düzenleyen ilkelerin çöküşünde değil, aynı zamanda toplumsal dokunun içinden gelişen ve henüz gerçekleştirilemeyen umutlar ve idealler sunan yeni yaşam girişimlerinin spontane bir şekilde ortaya çıkmasında yatmaktadır. Bizler mülkiyet ilişkilerinin, keskin sınıf çelişkilerinin ve bireyci ahlakın egemen olduğu bir dünyada yaşayan insanlarız. Hâlâ kaçınılmaz bir ruhsal yalnızlığın boyunduruğu altında yaşıyor ve düşünüyoruz. İnsan, bu “yalnızlığı” gürültü, bağırış ve insanlarla dolu şehirlerde, hatta yakın arkadaşlar ve iş arkadaşları arasında bile yaşar. Yalnızlıkları nedeniyle insanlar, karşı cinsin üyelerinden bir “ruh eşi” bulma yanılsamasına sağlıksız ve yırtıcı bir şekilde sarılma eğilimindedirler. Kurnaz Eros’u, kaçınılmaz yalnızlığın karanlığını, geçici bile olsa savuşturmanın tek yolu olarak görürler.
İnsanlar belki de başka hiçbir çağda manevi yalnızlığı bugünkü kadar derin ve sürekli hissetmemiştir. İnsanlar muhtemelen başka hiçbir zamanda yalnızlığın uyuşturucu etkisi altında bu kadar bunalıma girmemiş ve bu etkiye bu denli kapılıp gitmemiştir. Zaten başka türlüsü de pek mümkün değildir. Işık ne kadar yakınımızda parlıyorsa karanlık o kadar siyah görünür.
Diğer bireylerle bireyci ve gevşek bir biçimde bir kolektif içinde örgütlenmiş “bireyler”, şimdi cinsel ilişkilerini körü körüne fizyolojik bir temelden ziyade arkadaşlığın ve birlikte olmanın yaratıcılığı ilkesi üzerine kurma şansına sahiptir. Mevcut bireyci mülkiyet ahlakı, artık çok açık bir şekilde felç edici ve baskıcı görünmeye başlamıştır. Modern insan, cinsel ilişkilerin kalitesini eleştirirken, mevcut ahlak kurallarının güncel olmayan davranış biçimlerini reddetmekten çok daha fazlasını yapmaktadır. Yalnız ruhu, bu ilişkilerin özünün yeniden canlandırılışını aramaktadır. “Büyük aşk” için, sıcaklık ve yaratıcılıkla dolu bir hal için, yalnızca mevcut “bireylerin” yaşadığı yalnızlığın soğuk ruhunu dağıtma gücüne sahip olan bir durum için inlemekte ve hasret duymaktadır.
Cinsel krizin dörtte üçü dışsal sosyoekonomik ilişkilerin bir sonucuysa, artan çeyreği hüküm süren burjuva ideolojisinin beslediği “arıtılmış bireyci ruhumuza” dayanır. Günümüz insanının “sevme potansiyeli,” Alman yazar Miesel-Hess’in de belirttiği gibi, düşük seviyededir. Kadınlar ve erkekler, başka bir kişi aracılığıyla daha büyük bir manevi ve fiziksel hazza ulaşabilme umuduyla birbirini arar. Partnerleriyle evli olup olmamaları fark etmez, diğer kişinin ne yaşadığını, duygusal ve psikolojik süreçlerinde neler yaşandığını çok az düşünürler.
Çağımıza damgasını vuran “basit bireycilik” belki de en açık biçimde cinsel ilişkilerin düzenlenmesinde kendini gösterir. Bir insan, yalnızlığından kaçmak ister ve safça “aşık olmanın” ona diğer kişinin ruhu üzerinde hak verdiğini, duygusal yakınlık ve anlayışın nadir nimetinin ışığında kendini ısıtma hakkı verdiğini düşünür. Biz bireyciler, duygularımızı kalıcı bir “ego” kültüyle çarpık hale getirdik. Kendimizden hiçbir şey “vermeden”, yakınlarımızla “büyük aşk” hâlinde olma mutluluğuna ulaşabileceğimizi sanıyoruz.
“Anlaştığımız partnerimizden” buyurduğumuz talepler mutlak ve bölünmezdir. Sevginin en basit kuralı olan “bir başkasına büyük bir özenle davranma” kuralını bile yerine getiremeyiz. Yeni konseptler ve kavramlar bizi tam özgürlük, eşitlik ve gerçek arkadaşlık fikirleri temelinde kurulu ilişkiler kurmayı öğretecek. Ancak bu arada insanlık, ruhsal yalnızlığıyla soğukta oturmak ve tüm ilişkilerin “güneş tanrısı”nın ışınlarıyla ısınacağı, bir birliktelik hissi yaşanacağı ve yeni yaşam koşullarında eğitileceği “daha iyi bir çağın” hayalini kurmak zorunda kalacak. Cinsel kriz, insanın sevme potansiyeli artmadıkça ve insan psikolojisinde köklü bir reform yapılmadıkça çözülemez. Psikolojinin yeniden şekillenmesi için, sosyoekonomik ilişkilerin komünist bir çizgide köklü bir dönüşümü şarttır. Bu “eski bir gerçek”tir belki ama ortada başka bir çıkış yolu da yoktur. İnsanlar hangi tür evlilik veya kişisel ilişkiyi denemek isterlerse istesinler, cinsel kriz hiçbir şekilde azalmaz.
Tarihte başka hiçbir zaman kişisel ilişkilerde böylesine bir çeşitlik görülmemiştir. İstikrarlı aile” ile ayrılmaz evlilik, “serbest birliktelikler,” “gizli aldatmalar,” bir kızın sevgilisiyle “vahşi evlilik” denilen şekilde açıkça yaşaması, ikili evlilikler, üçlü evlilikler ve hatta dört kişilik karmaşık evlilikler. Hele ki ticari fuhşun çeşitli biçimlerinden bahsetmeye gerek bile yok. Aynı iki ahlak anlayışı köylüler arasında da yan yanadır; eski kabile kökenli yaşam tarzı ve gelişmekte olan burjuva ailesinin bir karışımı. Bu nedenle kız evinin (1) serbestliği, zina veya kayınbabaların gelinleriyle yatmasının utanç verici olduğu bir tutumla yan yana gelir. Günümüzün çelişkili ve karmaşık kişisel ilişkileri karşısında, insanların ahlaki otoriteye olan inançlarını koruyabilmeleri ve bu çelişkiler arasında yollarını bulabilmeleri oldukça şaşırtıcıdır. “Yeni ahlak modeliyle yaşıyorum” şeklindeki yaygın gerekçe bile kimseye yardımcı olmaz, çünkü yeni ahlak hâlâ oluşum sürecindedir. Görevimiz, günümüzün çelişkili cinsel normlarının kaosundan, ilerici ve devrimci sınıfın ruhuna uygun bir ahlakın şeklini çıkarmak ve ilkelerini netleştirmektir.
Çağdaş ruhun daha önce bahsedilen yetersizliklerinin yanı sıra (aşırı bireysellik, bir kült haline gelmiş egoizm) “cinsel kriz” modern insanın psikolojisinin iki özelliği tarafından daha da kötüleştiriliyor:
1-) Evlenilen partnere “sahip olma” fikri.
2-) İki cinsiyetin eşit olmadığı, her açıdan, cinsel alan da dahil olmak üzere her alanda eşit değerde olmadıkları inancı.
Burjuva ahlakı, tamamen özel mülkiyet üzerine kurulu olan içe dönük, bireyci aile yapısıyla, bir partnerin diğerine tamamen “sahip olması” fikrini özenle beslemiştir ve bu konuda oldukça başarılı olmuştur. “Sahiplik” fikri, evlilik ilişkilerinin patrimonyal sistemine göre bugün daha yaygındır. “Kabile” döneminde, bir erkeğin karısına sahip olması fikri (kadının kocasını tartışmasız sahiplenmesi gibi bir düşünce hiç olmamıştır), yalnızca fiziksel bir sahiplikle sınırlıydı. Kadın fiziksel olarak sadık olmak zorundaydı; anca ruhu ise kendine aitti. Hatta şövalyeler bile eşlerinin “chichesbi”ler (platonik arkadaşlar ve hayranlar) edinme ve diğer şövalyeler ile “minnesinger”lerin (Alm. Aşk şarkıcısı) “bağlılığını” kabul etme hakkını tanımışlardır. Burjuvazi, “anlaşmalı partnerin” duygusal ve fiziksel “benliğine” olan mutlak sahiplik fikrini özenle besleyerek, mülkiyet haklarını diğer kişinin tüm ruhsal ve duygusal dünyasını da kapsayacak şekilde genişletmiştir. Bu şekilde aile yapısı güçlendirilmiş ve burjuvazinin egemenlik mücadelesi verdiği dönemde istikrar sağlanmıştır. İşte bizim miras olarak kabul ettiğimiz ve değişmez bir ahlaki mutlakiyet olarak gördüğümüz ideal budur!
Mülkiyet fikri, “meşru evlilik” sınırlarını çok aşar. En “özgür” aşk birlikteliklerinde bile kaçınılmaz bir bileşen olarak kendini hissettirir. Modern aşıklar, tüm özgürlüklerine saygı gösterilmesine rağmen, yalnızca sevdikleri kişinin fiziksel sadakatiyle yetinmezler. Sürekli var olan yalnızlık tehdidinden kurtulmak için, sevdiğimiz kişinin duygularına gelecek nesillerin anlayamayacağı bir acımasızlık ve inceliksizlikle “saldırırız”. Bu kişinin varlığının her sırrını bilme hakkını talep ederiz. Modern aşık, fiziksel sadakatsizlikten ziyade “ruhsal” sadakatsizliği affetmeye daha eğilimlidir. “Özgür” ilişki sınırları dışında yaşanan her duyguyu, kendi kişisel hazinesinin kaybı olarak görür.
“Aşık” insanlar, üçüncü kişilere karşı inanılmaz derecede duyarsızdırlar. Bu tuhaf durumu hepimiz gözlemlemişizdir. Birbirini seven iki kişi, henüz birbirlerini tam olarak tanımadan, diğer kişinin o zamana kadar kurduğu tüm ilişkiler üzerinde hak iddia etmek, partnerinin hayatının en iç köşelerine bakmak için acele eder. Dün birbirine yabancı olan ve karşılıklı erotik bir duyguyla bir araya gelen iki kişi, bir an önce diğer kişinin varlığının kalbine ulaşmak ister. Bu tuhaf ve anlaşılmaz ruh halinin, geçmiş deneyimleriyle bastırılamaz bir şekilde, kendi benliklerinin bir uzantısı olduğunu hissetmek isterler. Evlilikte çiftlerin birbirine ait olduğu fikri o kadar kabul görmüştür ki, dün birbirinden ayrı yaşam süren genç bir çiftin, bugün birbirlerinin yazışmalarını yüzleri kızarmadan açması ve yalnızca birine ait olan bir arkadaşın sözlerini ortak mülk haline getirmesi bize doğal olmayan bir şeymiş gibi gelmez. Ancak bu tür bir “yakınlık” halinin yaşanması, yalnızca insanların uzun bir süre boyunca birlikte yaşamalarıyla gerçekten mümkün kılınabilir. Genellikle bu gerçek duygu yerine sahte bir yakınlık ikame edilir. Bu aldatmaca ise iki insan arasındaki fiziksel ilişkinin, birbirlerinin duygusal varlıklarına sahip olma hakkını genişletmek için yeterli bir temel olduğu yanılgısıyla beslenir.
Cinsiyetlerin “eşitsizliği” (haklarının eşitsizliği, fiziksel ve duygusal deneyimlerinin eşit olmaması) çağdaş insanın ruhunu çarpıtan ve “cinsel kriz”in derinleşmesinin bir diğer önemli sebebidir. Patrimonyal ve burjuva toplumuna içkin olan “çifte ahlak”, yüzyıllar boyunca erkeklerin ve kadınların ruhunu zehirlemiştir. Bu tutumlar, sahip olma fikrinden daha zor kurtulabileceğimiz kadar içimize işlemiştir. Cinsiyetlerin eşit olmadığı fikri, fiziksel ve duygusal deneyim alanında bile, aynı eylemin bir erkek ya da kadın tarafından gerçekleştirilmesine göre farklı değerlendirileceği anlamına gelir. En “ilerici” burjuva bile, bu noktada kendini kolaylıkla ele verir. Zira bir erkek ve bir kadının aynı davranışını değerlendirirken farklı hükümler verir.
Bu meseleyi daha iyi anlamak için basit bir örnek yeterlidir. Orta sınıf entelijansiyasının bir üyesi olan, öğrenimli, politika ve sosyal işlerle ilgilenen, kısacası bir “kişilik” hatta bir “kamu figürü” olan, bir adamın hizmetçisiyle yatmaya başlaması (sıkça rastlanan bir durum) ve hatta onunla yasal evlilik yapması, burjuva toplumunun bu adam hakkındaki tutumunu değiştirir mi, bu olay onun ahlaki değerine en ufak bir şüphe düşürür mü? Tabii ki de hayır.
Şimdiyse başka bir durumu hayal edelim. Burjuva toplumuna mensup saygın bir kadın, bir sosyal figür, araştırma öğrencisi, doktor ya da yazar fark etmez, uşağıyla arkadaş olur ve bu da yetmezmiş gibi bir de onunla evlenir. Burjuva toplumunun, bugüne kadar “saygın” olan kadının davranışına tepkisi nasıl olacaktır? Tabii ki de yalnızca onu “aşağılamakla” kalırlar! Şunu da unutmayın ki, olur da uşağı yakışıklıysa ya da başka bazı “fiziksel niteliklere” sahipse kadının durumu daha da kötüleşir. Onunla “neyine vurulduğu belli” diye alay ederler.
Bir kadının tercihi eğer “bireysel bir karakter” taşırsa, burjuva toplumu tarafından affedilmeyecektir. Bu tutum, kabile geleneğine bir tür geri dönüş gibidir. Toplum, bir kadının seçim yaparken mevki ve statüyü, ailesinin talimatlarını ve çıkarlarını dikkate almasını istemektedir. Burjuva toplumu, kadını aile biriminden bağımsız bir kişi olarak, ev ve ailevi sorumluluklardan uzak, bağımsız bir birey olarak göremez. Çağdaş toplum, kadının yalnızca evlenmesini değil, aynı zamanda yalnızca ona “layık” olan kişilere aşık olmasını da talep ederek, kadının vasisi rolünü üstlenir.
Devamlı olarak ruhsal ve entelektüel açıdan kayda değer niteliklere sahip erkeklerle karşılaşıyoruz. Bu erkekler, kendilerine hayat arkadaşı olarak değersiz ve boş bir kadını seçmiş olurlar ve bu kadın, kocanın ruhsal değerleriyle hiçbir şekilde örtüşmez. Bunu normal bir şey olarak kabul ediyor ve üzerinde iki kez düşünmüyoruz. En fazla, arkadaşları Ivan Ivanoviç’e böyle katlanılmaz bir eşle başını belaya soktuğu için acıyabilirler ancak durum tam tersi olduğunda, ellerimizi çırpar ve endişeyle, “Böylesine seçkin bir kadın olan Maria Petrovna nasıl olur da böyle bir hiçliğe kendini kaptırır?” deriz. “Maria Petrovna’nın değerinden şüphe etmeye başlıyorum.” Bu çifte kriter nereden geliyor? Bunun sebebi nedir? Sebep şüphesiz ki, yüzyıllar boyunca cinsiyetlerin “farklı değerlerde” olduğu fikrinin, insanın psikolojik yapısının bir parçası haline gelmiş olmasıdır. Kadını fiziksel ve duygusal deneyimlerinden bağımsız, bireysel nitelikleri ve eksiklikleri olan bir kişilik olarak değerlendirmek yerine, yalnızca erkeğin bir eklentisi olarak değerlendirmeye alışkınız. Bu bahsi geçen erkek, koca veya sevgili, kişiliğinin ışığını kadının üzerine yansıtır. Bizler kadının kendisini değil, bu yansımanın gösterdiği duygusal ve ahlaki yapıyı onun gerçeği olarak kabul ederiz. Toplum gözünde bir erkeğin kişiliği, cinsel alandaki eylemlerinden daha kolay ayrılabilir. Bir kadının kişiliği ise neredeyse tamamen cinsel yaşamı üzerinden yargılanır. Bu tür bir tutum, kadınların yüzyıllar boyunca toplumda oynadıkları rolden kaynaklanmaktadır ve bu tutumların yeniden değerlendirilmesi ancak şimdi, en azından kabaca ve yavaş yavaş sağlanmaktadır. Ancak kadının ekonomik rolündeki değişim ve üretime bağımsız katılımı, bu yanlış ve ikiyüzlü fikirlerin zayıflamasını sağlayabilir ve sağlayacaktır.
Üç temel koşul (aşırı bencillik, evlilik ortaklarının birbirine sahip olma fikri ve cinsiyetlerin fiziksel ve duygusal deneyimlerinde eşitsizliği kabul etme) çağdaş insanın ruhunu çarpıtır ve cinsel krizin derinleşmesinde büyük rol oynar. İnsanlar, ancak ruhlarında yeterli miktarda “ince düşünce” olduğunda, sevme yetenekleri arttığında, kişisel ilişkilerde özgürlük fikri gerçeğe dönüştüğünde ve “yoldaşlık” ilkesi geleneksel “eşitsizlik” ve boyun eğme fikrinin üstesinden geldiğinde içinde bulundukları durumdan kurtulabilecekleri “sihirli anahtarı” bulacaklar. Cinsel sorunlar, ruhumuzu bu radikal yeniden eğitim sürecinden geçirmediğimiz sürece çözülemez.
Ama bu çok fazla şey istemek değil mi? Ütopik, temelsiz, hayalperest bir idealistin sahip olacağı safça bir düşünce gibi değil mi? İnsanlığın “sevme potansiyelini” nasıl arttırabiliriz ki? Buda ve Konfüçyüs’le başlayıp İsa’yla biten, tüm ulusların bilge adamları, çok eski zamanlardan beri bununla meşgul olmadılar mı? Tüm bunlara rağmen “sevme potansiyelinin” yükselip yükselmediğini kim söyleyebilir? Cinsel krizin çözümü hakkında bu tür iyi niyetli hayaller, basitçe zayıflığın itirafı ve “sihirli anahtar” arayışına devam etmeyi reddetmek değil midir?
Peki durum bu mu? Ruhumuzun ve cinsel ilişkilere yaklaşımımızın radikal bir yeniden eğitim sürecinden geçirilmesi bu kadar olasılıksız, gerçeklikten bu kadar uzak bir şey mi? Tam tersine, büyük toplumsal ve ekonomik değişimler yaşanırken, bahsettiğimiz şeyle uyumlu psikolojik deneyim için yeni bir temel talep eden ve ortaya çıkaran koşulların yaratıldığı söylenemez mi? Başka bir sınıf, yeni bir toplumsal grup, burjuva ideolojisi ve bireysel cinsel ahlak kurallarıyla birlikte burjuvazinin yerini almak üzere öne çıkıyor. İlerici sınıf, güçlendikçe, toplumsal sınıfının sorunlarıyla yakından bağlantılı olarak cinsiyetler arası ilişkiler hakkında yeni fikirler ortaya koymaktan geri kalamaz.
Gözlerimizin önünde gerçekleşen, kadınların toplumsal yaşamdaki rolüne dair tüm fikirlerimizi değiştiren ve burjuvazinin cinsel ahlakını zayıflatan karmaşık sosyoekonomik ilişkilerin evrimi, çelişkili iki sonuca yol açıyor. Bir yandan, insanlığın yeni ve değişen sosyoekonomik koşullara uyum sağlamak için bitmez tükenmez çabalarını görüyoruz. Bu, ya “eski biçimleri” koruyup onlara yeni bir içerik sağlama girişiminde (eşlerin pratikte özgürlüğünü kabul eden, sağlam ve kesinlikle tek eşli evliliğin dış biçiminin gözetilmesi) ya da burjuva evliliğinin ahlaki kodunun tüm unsurlarını içeren yeni biçimlerin kabul edilmesinde (eşlerin zorunlu sahipleniciliğinin yasal evliliktekinden daha büyük olduğu “özgür” birliktelik) ortaya çıkar. Öte yandan, dışsal biçim ve ruhsal olarak eski normlardan farklı olan cinsiyetler arasındaki yeni ilişki biçimlerinin de yavaş ama istikrarlı bir şekilde ortaya çıktığını görüyoruz.
İnsanlık bu yeni fikirlere doğru pek de özgüvenle yol almıyor ancak şu anda ne kadar belirsiz olursa olsun, bu girişime dikkat etmemiz gerekiyor, çünkü bu girişim, geleceğin “kuşatılmış kalesini” ele geçirecek sınıf olarak proletaryanın görevleriyle yakından bağlantılı bir girişim. Çelişkili ve iç içe geçmiş cinsel normların karmaşık labirentinde, cinsiyetler arasında daha sağlıklı ilişkilerin başlangıcını bulmak istiyorsanız (insanlığı cinsel krizden çıkarmayı vaat eden ilişkiler) rafine bireysel ruhlarıyla burjuvazinin “kültürlü mahallelerini” terk etmeli ve işçi sınıfının sıkışık meskenlerine bir göz atmalısınız. Orada bir yerlerde, kapitalizmin yarattığı dehşet ve sefalet, gözyaşları ve küfürler arasında, yaşam pınarları fışkırıyor.
Sözünü ettiğimiz çift yönlü sürecin, proletaryanın hayatında nasıl işlediğini görebilirsiniz. Onlar zor ekonomik koşullar altında, kapitalizm tarafından acımasızca sömürülerek var olmak zorundadırlar. “Pasif uyum” sürecini ve mevcut gerçekliğe aktif olarak karşı çıkma sürecini gözlemleyebilirsiniz. Kapitalizmin yıkıcı etkisi, işçinin ailesinin temelini sarsar ve onu farkında olmadan mevcut koşullara uyum sağlamaya zorlar. Bu durum, cinsiyetler arası ilişkilerle ilgili olarak diğer toplumsal sınıflarda da benzerleri gözüken bir dizi duruma yol açar. Düşük ücretlerin baskısı altında, işçi kaçınılmaz olarak daha geç evlenmeye eğilim gösterir. Yirmi yıl önce bir işçi genellikle yirmi ile yirmi beş yaş arasında evlenirken, artık ancak otuz yaşına doğru bir ailenin parçası olma sorumluluğunu üstlenir. İşçinin kültürel talepleri ne kadar yüksekse (kültürel hayatla temas kurma, tiyatrolara ve konferanslara gitme, gazete ve dergi okuma, boş zamanını mücadeleye, siyasete veya sanat ve okumak gibi uğraşlara ayırma fırsatını ne kadar çok değerliyorsa) evlenme yaşı o kadar ileriye kayar. Ancak fiziksel ihtiyaçlar mali durumu göz önünde bulundurmaz: Kendilerini hissettirmekte ısrar ederler. İşçi sınıfı bekârı, tıpkı orta sınıf bekârı gibi, bir çıkış noktası olarak fuhuşa yönelir. Bu, işçi sınıfının varoluşunun olumsuz koşullarına sağladığı pasif uyumuna bir örnektir. Başka bir örnek daha verelim. İşçi evlendiğinde, düşük ücret seviyesi işçi ailesini tıpkı burjuva ailesi gibi doğumları “düzenlemeye” zorlar. Bebek cinayetlerinin sık görülmesi veya fuhuşun artışı da yine aynı sürecin ifadeleridir. Bunların hepsi, işçi sınıfının çevresindeki gerçekliğe uyum sağlamasının örnekleridir. Ancak bu, yalnızca proletaryaya özgü bir süreç değildir. Kapitalist gelişimin dünyadaki sürecine kapılan tüm diğer sınıflar ve nüfus kesimleri de bu şekilde tepki verir.
Sadece baskıcı gerçekliğe uyum sağlamak yerine karşı çıkan aktif, yaratıcı güçler hakkında konuşmaya başladığımızda ve cinsiyetler arası yeni idealler ve yeni ilişki denemeleri hakkında konuşmaya başladığımızda bir fark görüyoruz. Bu aktif direniş yalnızca işçi sınıfı içinde şekillenmektedir. Bu, diğer sınıfların ve nüfus kesimlerinin (özellikle sosyal varoluşlarının koşulları nedeniyle işçi sınıfına en yakın olan orta sınıf entelijansiyası) ilerici işçi sınıfı tarafından geliştirilen “yeni” formları benimsemediği anlamına gelmez. Burjuvazi, evliliklerinin ölü ve zayıf biçimlerine yeni bir hayat vermek için içgüdüsel bir arzuyla, işçi sınıfının “yeni” fikirlerine sarılır. Ancak işçi sınıfının geliştirdiği cinsel ahlak idealleri ve kodu, burjuvazinin sınıf ihtiyaçlarına yanıt vermez. Onlar, işçi sınıfının taleplerini yansıtır ve bu nedenle, sosyal mücadelede yeni bir silah olarak hizmet ederler. Burjuvazinin toplumsal hakimiyetinin temellerini sarsmaya yardımcı olurlar. Bu noktayı bir örnekle açıklayalım.
Orta sınıf entelijansiyasının çözülemeyen evliliği, daha serbest ve kolayca sona erdirilebilen sivil evlilik bağlarıyla değiştirme girişimi, burjuvazinin toplumsal istikrarının esas temelini yıkar. Bu, tek eşli ve mülkiyete dayalı aileyi yok eder. Öte yandan, cinsiyetler arasındaki ilişkilerde daha büyük bir akışkanlık, işçi sınıfının temel görevlerinden birinin dolaylı sonucu olarak ortaya çıkar ve hatta onunla çakışır. Evlilikte “itaat” unsurunun reddi, burjuva ailesinin son yapay bağlarını da yok edecektir. İşçi sınıfının bir üyesinin bir diğerine itaat etmesi ve ilişkilerde sahiplenme duygusu, proleter psikolojisi üzerinde zararlı bir etkiye sahiptir. Devrimci sınıfın çıkarları, yalnızca belirli üyelerini bağımsız temsilcileri olarak seçmekte değildir. Bu üyelerin görevi, sınıfın çıkarlarını bireysel, izole edilmiş aile çıkarlarından öne koymaktır. Grev sırasında veya aktif bir mücadele sırasında aile çıkarları ile sınıf çıkarları arasında meydana gelen çatışmalar ve proletaryanın bu tür olaylara bakış açısının ahlaki ölçütü, yeni proleter ideolojinin temelini yeterince açık bir şekilde göstermektedir.
Örneğin, aile işleri, bir iş insanının sermayesini, işletme mali sıkıntıdayken çekmesini gerektirebilir. Burjuva ahlakı, onun eylemi konusunda net bir yargıya sahiptir: “Ailenin çıkarları her şeyden önce gelir.” Bunu, ailesini açlıktan kurtarmak için grev sırasında çalışmaya giden ve yoldaşlarına meydan okuyan bir grev kırıcıya işçilerin tavrıyla karşılaştırabiliriz. “Sınıfın çıkarları her şeyden önce gelir.” İşçi sınıfının ahlakı, bireysel mutluluk uğruna, aile uğruna, kadınların evin dışındaki yaşama katılmalarını talep eder. Kadınların evdeki “tutsaklığı”, aile çıkarlarının her şeyden önce gelmesi, kocanın karısı üzerinde mutlak mülkiyet haklarını yaygın olarak kullanması, aslında bunların hepsi, işçi sınıfı ideolojisinin temel ilkesi olan “yoldaşlık hukuku” tarafından kırılmaktadır. Aynı sınıfın bazı üyelerinin eşitsiz olduğu ve diğer üyelere boyun eğmek zorunda olduğu fikri, proletaryanın temel yoldaşlık ilkesiyle çelişmektedir. Bu yoldaşlık ilkesi, işçi sınıfı ideolojisinin temelidir. Bu ilke, gelişen proleter ahlakının tamamını, bir mülkiyet duygusuyla bağlı olmak yerine özgürlüğe, eşitsizlik ve itaat yerine yoldaşlığa olanak sağlayan bir ahlakı yeniden eğitmeye yardımcı olur.
Ekonomik büyüme ve maddi kültürdeki ilerlemenin bir sonucu olarak gelişen her yeni sınıfın insanlığa uygun yeni bir ideoloji sunduğu eski ve bilinen bir gerçektir. Cinsel davranış kodu, bu ideolojinin bir parçasıdır. Ancak, “proleter etik” veya “proleter cinsel ahlakı” hakkında bir şeyler söylemek, proleter cinsel ahlakının sadece bir “üst yapı” olduğu ve toplumun ekonomik temeli değişmeden bu alanda herhangi bir değişiklik için yer olmadığı fikrini eleştirmek açısından değerlidir. Sanki belirli bir sınıfın ideolojisi, ancak o sınıfın hakimiyetini garanti eden sosyoekonomik ilişkilerin çöküşü tamamlandığında oluşuyormuş gibi! Tarihin tüm deneyimi bize, bir sosyal grubun, düşmanca sosyal güçlerle mücadelesi sürecinde ideolojisini ve dolayısıyla cinsel ahlakını oluşturduğunu öğretir.
Yeni ruhsal güçlerin de yardımıyla bu sınıf, sosyal pozisyonunu güçlendirmeyi başarır. Bu yeni norm ve ideallere sadık kalarak, kendisine düşman olan toplumsal gruplardan başarılı bir şekilde iktidarı devralabilir. İşçi sınıfının spesifik çıkarlarını yansıtabilecek bir ahlakın temel kriterlerini aramak ve gelişen cinsel normların bu kriterlere uygun olduğunu görmek, işte işçi sınıfının teorisyenlerinin ele alması gereken görev budur: Toplum içinde süregelen yaratıcı sürecin, yeni taleplerin, yeni ideallerin ve yeni normların farkına varmak, ilerici sınıfın cinsel ahlakının temeline dair netleşmek. Ancak bu şekilde cinsel ilişkilerin kaos ve çelişkilerini anlamlandırabiliriz ve cinsel problemlerin sıkı sıkıya sarılmış düğümünü çözebilecek ipucunu bulabiliriz.
Unutmamalıyız ki, işçi sınıfının sorunlarıyla uyumlu bir cinsel ahlak kodu, işçi sınıfının mücadele pozisyonunu güçlendirme hususunda önemli bir silah olarak hizmet edebilir. Tarih, bize bu dersi verir. Komünist bir sistem ve daha derin, daha kıvançlı cinsiyet ilişkileri için mücadele eden işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda bu silahı kullanmamızı ne engelleyebilir?
(1)Geleneksel Rus köylerinde, genç kızlar sık sık eski bir kulübeyi veya birinin evindeki bir odayı kiralamak için bir araya gelirlerdi. Akşamları orada toplanıp hikayeler anlatır, nakış yapar ve şarkı söylerlerdi. Genç erkekler de eğlenceye katılmak için gelirlerdi. Bu konuda çelişkili fikirler olsa da bazen bu eğlencelerin bir orjiye dönüştüğü söylenir.
Bu Makale 11 Eylül 2024 tarihinde Çeviri Gazetesi tarafından: ” https://www.marxists.org/archive/kollonta/1921/sex-class-struggle.htm” linkli web sitesinden alınarak, çevrilmiştir.